#Bakur ve uğradığı sansür üzerine yazmak, benim için sansürün normalleştirilmesi, bu normalleştirmeye tepkiler ve devletin el koyduğu sanat alanı üzerine yazmaktan daha fazla bir görev. Benim asıl yazmak istediğim konu: #Bakur nasıl bir belgesel ve görmekten kaçındığımız hangi hali anlatıyordu-ki perde indirildi, sansürlendi.
Sinemada Kürt temsilleri ve Kürt Sineması’ndan, "Özne Olarak Kürt Özgürlük Hareketi"ni odaklayan sinemanın birkaç onyıllık geçmişi var. Bir yanda Halil Dağ’ın (Halil İbrahim Uysal) dağları içerden anlatan ve Kürt sinemasını taçlandıran yapımları, bir yandan Cegerxwin Kültür Merkezi gibi sanat merkezlerinin olağanüstü gayretleri, bir yandan da savaşın yıkımlarını dile getiren ve sinemasallığı yüksek filmler, belgeseller. Kürt Sineması hızla kendi yerini oluşturuyor.
Özellikle 1. Uluslararası Amed Film Festivali’nde (Mîhrîcana Fîlman A Navneteweyî Ya Amedê 2012) ödül alan filmler (Mın rasti nivisand deftara Lîceyê, Meş, Li Vir, Kırık Midyeler, Guhar, Mizgin, Land of the heroes, Peyare ve Bedia'nın İzinde) ve Aralık 2012’de başlayan Uluslararası Van Gölü Film Festivali; Kürt sinemasında yeni bir dönüşümün başladığının en iyi göstergeleri. Öte yandan, açık erişim kanallarında gerillanın ya da Avrupalı/Amerikalı yönetmenlerin çektiği, günlük hayatı anlatan onlarca filmi görmek zaten mümkün.
Yine de hep bir "AMA.."sı oldu bu sinemanın. “Ama canım hep Kürtler yapıyor”-du bu filmleri. “Ama, zaten öz-savunma refleksi”ydi. Zaten ‘biz’den olmayanlar’ kötü propaganda yapıyorlardı. Zaten o gösterilen yerler de ‘bizim burası değil’di. Hep mi hep “Zaten dağlar Türkiye’nin dışındaydı”. “Mağrur Türkiye ve devleti, zaten burada onlara asla müsamaha etmez”di. “Zaten dağa gidenler de insan soyu değil”di.
#Bakur bu nedenle önemlidir: Sinemasallığıyla, belgesel özelliğiyle ve inkara gelmeyecek kadar içerden olmasıyla. Bu nedenle de sinsi bir biçimde, adına ‘yasak’ demekten bile korktukları bir biçimde yasaklandı. İtibarıyla oynanmaya çalışılıyor. Basit bir ajitasyon-propaganda filmi olarak damgalanmaya çalışılıyor. Devlet, şimdi artık tüm organlarıyla, filmi illegalitenin içinde tutmaya; yapımcıları, yönetmenleri, gösterenleri, destekleyenleri, hatta izleyenleri kriminalize etmeye çalışıyor. Bu nedenle bazı en yüksek destekler dahi, “sansüre karşı olmak” başlığının ötesine geçmemeye özen gösteriyor.
Film, bir yandan Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki kampları, yerleşikliği, askerle ilişkileri, çatışma ve savaş dışındaki hayatın örgütlenmesini dikkatli bir sinema etiğiyle ele almış. Öte yandan; gerillanın uyuşturucuya karşı tutumunu da gösteriyor, sağlık ocaklarını da, suça yaklaşımını, cezalandırma biçimlerini ve hapishanelerini de. Görselliğinin yüksekliği övgüye değer; en zor şartlarda dahi en iyi görüntüler seçilmiş. Belgeselin kurgusunda alabildiğine etik davranılmış, birkaç ayı bulan çekimlerde de, çalışmaların kurgusunda da etik meselesi dikkatle gözetilmiş.
#Bakur, asıl çarpıcı hikayesini: “Göstermek” üzerine kuruyor, bir yasağı yıkmak üzerine değil. Zira diğer gerilla filmlerinin aksine; #Bakur, Türkiye’nin içindeki kampları gösteriyor: kaçınılmaz bir biçimde aslında hepimizin yıllardır bildiği bir gerçeği gözümüze sokarak: “Kamplar yıllardır, yıllardır Türkiye’nin her yerinde var, var ve bu büyük yalanımız batsın! Komşunuzun ve sizin bildiğiniz her şeyi, acıyı, eksiği, hüznü, şiddeti ve yokluğu görmezden gelen yalanınız batsın” .
#Bakur bildiğimiz bir hayatı gösteriyor aslında: Mesela aileler çocuklarını ziyarete gidiyor, sağlık ocaklarını kullanıyor, şervan (genç/acemi) eğitimini bitirenlerin törenlerini izleyebiliyor; hemen her Newroz’da dağlar bayramlaşmaya gidenlerle doluyor. Kadınlar çocukları için ayakkabı alırken, diğer gerillalar için de çeşitli numaralarda ayakkabı alıyorlar; kazak örüyor, kızlarına cımbız, ayna, rengarenk saç bantları yolluyorlar.
İzmir’den Edirne’ye, Osmaniye’den Trabzon’a kadar evlerde başka televizyonlar seyrediliyor, başka bir siyaset dili konuşuluyor, başka bir anlam dünyası yükseliyor. Hayatın başka ritimleri ev içlerinden kahvelere, oturma günlerinden mevlitlere kadar yayıldı. Komşunuzun sizden gizlisi yok: Dilerseniz, isterseniz sevince, acıya katılabilir, ölümün ardından helva karabilir, ya da belki bir gün komşunun kızını, o herkesin yürüdüğü yoldan geçip, ziyarete de gidebilirsiniz. Ya da iğnenizi yaptırmak için en yakındaki sağlık ocağına kadar yürürsünüz. Devletin mahkemesinde sizi adaletsiz bir aşağılanmayla karşı karşıya bıraktığını düşündüğünüz bir uyuşmazlık için dağın mahkemesine de başvurursunuz. Hepsini bilmiyor muyuz? Asker bilmiyor mu? Hükümet bilmiyor mu? Devlet bilmiyor mu? Sen-ben bilmiyor muyuz? 2000'lerde, İzmir’de bir ana cenaze namazında ilk kez: “Oğlumun kanını vatana da devlete de helal etmiyorum” diye bağırdığında, hepimiz içimizden aynı şeyi söylemedik mi?
Öyleyse bu yalan, bu görmezden gelerek yok edeceğini sanmak, saklı gizli hayatlar yaşatmaya/ yaşamaya göz yummak neden? #Bakur yalan hayatın tam göbeğinden bu soruyu soruyor: Devletin meşruluğunu ve bekaasını sağlayan yalan nedir? Yalan olduğunu apaçık bildiğimiz halde katılmaya zorlandığımız yalan nedir? Tekinsizliği meşrulaştırma ve ölümü onaylatma üzerine kurulu bu yalanın işbirliğine daha ne kadar zorlanabiliriz?
Araştırmalarımdan birisinde, 2002’de, bir kez: “Hocam, bugün gitme oraya, onlar bizim PKK değil” demişlerdi. Birkaç ay sonra benzerini yine başka bir yerde duymuştum: “Polislerimiz burada bizim polislerdi, ama artık değiştiler. Bunlar bizimkiler değil”. Buradaki ‘biz’den olmayan: Halden anlamaz olanlardı. Doğubayazıt’ta bir seçim öncesinde gümrükten dönerken Telçeker yolu üstünde minibüsü durduran komutan, içerde benim olduğumu fark etmeden: “Arkadaşlar, seçime kadar istediğiniz kadar kaçak serbest, istediğiniz kaçağı getirin. Ama seçimden sonra ananızı s..z” deyince teybin kayıt düğmesini açık olduğuna nasıl sevinmiştim.
Roboski’de (Uludere) çocukları bombalananlar, birkaç ay sonra devrilen minibüsteki askerin yardımına koşan tek Allahın kuluydu. Zangirt (Bilge) köyü katliamında da köyün derdini anlayanlar yine derdi bilenlerdi. Yıllar önce çalıştığım bir ilçenin kaymakamı bir sınır köyü için “Tabii gidebilirsiniz ama orada korucu yoktur” dediğinde ben ısrar edince, beni ertesi gün ‘oradan olduğunu bildiği’ iki kişiye emanet edip, onlara güvenerek köye yollamıştı. Her gittiğim yerde ‘Köy eski adları nedir? sorusuna, çoğunlukla utangaç bir tavırla, köylerin Kürtçe, Ermenice, Zazaca, Gürcüce, Bulgarca, Hemşince listeleri bana uzatan kaymakamlarınız, valileriniz o adların köylerin gerçek adları olduğunu bilmiyorlar mıydı? Atadığınız kaymakamlar, emniyet müdürleri, valiler arasında Kürtçe bilenlerin tercih edilmesi nedir peki? Yalanı bilmeyen yok: İnsanlar etraflarındaki yalanı dolanı, fakı tuzağı biliyorlar.
Barış, çözüm süreci vb. tüm görüşmeler hem evrensel düzeyde hem Türkiye’de ‘Suça karışmış olanların cezalarını kamuya karşı çektikten sonra, günlük hayatın içinde yer bulabilmeleri’ üzerine tartışılıyor. Çatışmasızlık, silah bırakımı... kavramları tartışılıyor. Silah deniliyor evet. Biliyoruz değil mi? Silah var ve öldürüyor. #Bakur da silah gösteriyor elbette. 35 yıldır silahlar kan kustu hepimizin üzerine. Şimdi silahlı dönemin bitmesi gerektiğini başka nasıl konuşacağız?
1997’de bir saha çalışması için İdil’e gittiğimde, sabah ezanda kalkar köye gitmek için hazırlanırdım. Kulakları çınlasın Şefik abi, şoförümüz, iki üç gün sonra dedi ki: “Hocam, burada tarlaya giden kalmadı ki. Her yer mayın. Kimse tarlaya gitmez. Bu kadar erken gitmeyelim. Hem bekle ilk minibüs gelsin köyden ki yol temiz midir, anlayalım. Öyle gidelim. Yollar hep mayınlı. Patlarız sonra”. Dedim ki “Mayını kim döşüyor Şefik Abi?”. “Ohoo “dedi, “hısım hısıma hasım hasıma, korucu gerillaya, o korucuya, herkes bir gün önce söktüğü mayını, kendi düşmanına döşer.” “Ama” dedim, “nasıl olur? Korucular bir gün o yandan bir gün bu yandan?” “Olsun” demişti, “Devlet kaptırdığı kadar silahın sayısını tutturuyor ya. Olsun.”
Nürnberg Mahkemeleri’nde savaş suçlularını yargılayabileceğimiz en temel kayıt, silahların balistik kanıtlarıydı. Ölümün kimin elinden çıktığını, provokasyonun kim tarafından yapıldığını, kimin savaşı istediğini kanıtlayan da silahlardı. Silah kayıtlarıydı. Silahı görmezden gelerek, silahı ve ölümünü inkar ederek, silah kayıtlarını yok sayarak hiçbir suçla hesaplaşamayız. #Bakur bu nedenle her tarafın eleştirisini göğüslemeyi de göze alabilmiş.
#Bakur için ‘terör örgütü propagandası’ diyenlere de sormak lazım. O ayıla bayıla izlediğiniz Marcos, EZLN, Chiapas, Zapatista filmleri kendi ülkesinde legal mi sayılıyor? Potemkin Zırhlısı çekilirken, belgesel kısımlarında devletin izni mi var sanmıştınız? Bu ülkede daha bir DEV-GENÇ Belgeseli yapılamadı.
Ertuğrul Mavioğlu “#BakuruİzlemeyenKalmayacak demişti. Bu filmi yıllardır izleyen ama yalanı da içine yutan insanlara soruyorum: Hakikaten bilmediniz mi? Daha ne kadar yalana susacağız?
Çıkartalım içimizdeki o yalanı artık: Şimdiye kadar bakar-kör baktık Kürtlere. Ama şimdi Kürtler de bize bakıyor: Hüzünle, şaşırmadan ve ne yazık ki esefle bakıyor. (NÖ/NV)